ses dergisi'nin 9 mart 1963 tarihli sayısında, bülent bora tarafından aşağıdaki yazı yayımlanmıştır.

Bugünlerde arka arkaya film çeviren genç aktrisimiz en çok yorgunluktan şikâyetçi. Sabahın altısında kalkan Türkân gece yarısı döner dönmez kendisini hemen yatağa bırakıveriyor. Kısacası yorucu bir çalışma temposuna girmiş durumda.

yorgunluktan şikayetçi

birinci levent'ten Şişli tarafına doğru bir otomobil gidiyordu. Araba tıpkı yol gibi külüstürdü. Genç kız çalışmasının bittiği saatlerde bundan daha İyi bir araba bulamazdı.

Elinde gri, dört köşe bir çanta vardı. Rujlar, pudriyerler, mendiller, ufak kolonya şişeleri o ufak çantaya gelişi güzel konulmuştu.

Otomobil bozuk yolda sarsıla sarsıla gidiyordu.

Türkân Şoray hemen hemen yarım saat kadar önce, sette, bir İzmirli gazetecinin sorduğu soruları düşünüyordu. "Aşk üzerine ne düşünürsünüz?"

sevgi büyük bir şeydi. Türkân bugüne kadar belki bu meseleyi birçok kereler düşünmüştü. Kendisine göre de bir takım cevaplar bulmuştu. Ama bütün bu cevaplar onu tatmin etmemişti.

Sorular uzamış, uzamıştı. Genç aktrisin düşünceleri çeşitli yerlere takılmıştı.

Yorgundu... Sarsılan araba bu yorgunluğunu daha belirli bir hale, bir
duruma getiriyordu.

— "Sağdan İlk sokağa sapabilir misiniz?"

Şoför şöyle bir arkaya baktı. Direksiyonu yavaşca sağa kırdı. Eskisinden daha bozuk bir yoldu.

- "şimdi de soldan ikinci sokağa lütfen..."

Türkân'ın sesi titrekti. Bu yorgun olmasından, belki de zihnini meşgul eden şeylerden ileri geliyordu.

Otomobilin Ön tekerlekleri bu kere sola döndü. Yol kenarına hafifçe sular sıçradı. Bir apartmanın kapısı önünde uyuklayan kedi yorgun yorgun otomobile baktı.

- "Az İlerdeki kamyonetin arkasında durabilir misiniz?"

Otomobil gitti, gitti, durdu. arabadan indi. Külüstür otomobil gene gürültülerle hareket etti.

Genç aktris şöyle bir çevresine baktı. Tek tük lâmbalar ve onların titrek Işıkları vardı. Yağmurlu, karlı, ya da daha doğrusu bütün kış günlerini, kış gecelerini seviyordu. Şimdi keşke yorgun olmasaydı da Şişli'den Mecidiyeköy taraflarına doğru yürüseydi. Ama bütün gün çalışmıştı. Yarın sabah gene altı buçukta kalkacak, yedi, yedi buçuğa kadar hazırlanacak ve sekizde gelip kendisini alacaklardı. Onun İçin erkenden yatması lazımdı.

Birden gözüne eskiden oturduğu apartmanın önündeki elektrik direği
ilişti. Bu direğin kendisine göre bir önemi vardı. Bir süre önce, bir adam sabahın erken saatlerinden itibaren bu direğe gelip yaslanıyordu. Elinde ufak bir çerçeve vardı. O adamın hareketlerini hep perde arkasından kontrol etmişti. Bir gün perdeyi açıp adama baktı. Direğin dibindeki adam elindeki çerçeveyi dudaklarına götürüp sonra göğsüne bastırmıştı. Belki sevinmiş, belki de üzülmüştü bu olaya. O günden sonra da bir daha o adamla karşılaşmadı. direkt, şimdiki haline benzercesine her zaman boştu.

Kapının zilini dört kere çaldı. Dairesinin bulunduğu kata baktı. Titrek bir Işık vardı İçerde. sokak lambalarının ışığı, sesi gibi titrekti bu ışık.

Kapı açıldı. Evden otomatiğe basmışlardı. Yavaş yavaş merdivenleri çıkmaya başladı...

Düğmeyi çevirdi. Birden evin içindeki titrek ışıklar kayboldu. Türkân artık Türkân şoray olmuştu o Işıkların altında. Ayakkaplarını yorgun hareketlerle çıkararak koltuğa kendisini bırakıverdi.

Hâlâ o soru "Aşk üzerine ne düşünürsünüz?" aklından çıkmıyordu.
sevgi büyük bir şeydi. En önemli olan da buydu zaten. Bir dergide bir yazarın, Jose Ortega Y. Gasset'in bir sözünü okumuştu: "Sevgi, korur sevileni..." Kendisini sevenler vardı, hem de pek fazlaydı. Bunu biliyordu. Sevginin kendisini koruduğuna da inanıyordu. Ama o daha büyük, daha başka şeyler istiyordu.

Yatak odasına gitmek üzere kalktı... Tuvalet masasının yanındaki etajer de bir sürü mektup üst üste yığılmıştı. Şöle bir göz attı. Şu anda okumaya vakti yoktu. Belki yarın akşam hepsini okuyabilir, bir kısmına da cevap yazabilirdi.

Zarfların üzerindeki damgalar hep ayrı ayrı yerlerdendi. Ankara, Mudanya, Bitlis, Gümüşhane, Ereğli, Kilis, Bolu... Zarflardan bazıları renkliydi de...

Ağır ağır elbisesini çıkarmaya başladı. Bir anda kendisini rahatlamış
buldu.

Direk dibindeki adam... Tarabya'da gece yarısı... bir takım sorular... bir biri peşi sıra aklına geliyordu.

Etajerin üzerinde mektuplar vardı. O mektupların hemen hepsinde sevildiği yazılıydı. O mektuplardaki düşünceler koruyacaktı kendisini.

Saatine baktı. İkiye geliyordu. Işığını söndürdü. Gürültü etmemeye
çalışarak balkona çıktı. Balkonundan istanbul'un görülen yerleri karanlık içindeydi.

İstanbul hoşuna gidiyordu Türkân'ın. Bu şehrin kendine has bir havası, bir yaşayışı vardı. Ama o bunları tadamıyordu.

Titrek titrekti ışıklar. Başını sağa çevirdi, arkasından da yavaş yavaş sola dönmeye başladı. Işıkların gözünün önünde kayması İçini bir hoş ediyordu.

sokağa baktı. Yer yer çukurlar vardı. Yolun karşı tarafında taşlardan yapılmış ufacık bir kale vardı. "Mahalle çocukları yapmıştır." diye düşündü. O çocukları çok seviyordu. İşi olmasa, onlarla oynamayı öyle çok istiyordu ki... Oyuncak kalenin bir duvarı yıkılmıştı. "Herhalde büyük bir savaş sonunda yıkılmıştır," diye mırıldandı Türkân.

Sabah erken kalkması gerekliydi. kapıyı arkasından kapattı. Lâmbayı yaktı. Uyku gözlerinden akıyordu. Kaç gündür balkona çıkmamıştı. Temiz hava onu daha bir rahatlaştırmıştı.

"Aşk üzerine ne düşünürsünüz?" sevgi sevileni koruyordu. İşte Türkân da aşk Üzerine bunları, hem de uykulu haliyle düşünüyordu.

Etajerdeki mektuplar, sorular, çalışmalar, direk dibindeki adam derken gözleri kapandı .

bülent bora
ses dergisi, 9 mart 1963, no:11, sayfa 20-21
https://arsivsozluk.com/d/50
Devamını okuyayım...
disco
0